***{MeKaN}***
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

***{MeKaN}***

wWw.mEkAnN.mUtLuFoRuM.OrG
 
AnasayfaSERKANGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Forsa

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
{Aşık}{Kul}
*(YENİ-ÜYEMİZ)*
*(YENİ-ÜYEMİZ)*
{Aşık}{Kul}


Erkek Mesaj Sayısı : 331
Yaş : 29
Nerden : hEladan
(ENERJİ) :
Forsa Left_bar_bleue1 / 1001 / 100Forsa Right_bar_bleue

(REPP) :
Forsa Left_bar_bleue12 / 10012 / 100Forsa Right_bar_bleue

(PAYLAŞIM) :
Forsa Left_bar_bleue1 / 1001 / 100Forsa Right_bar_bleue

(TAKIMI) : Forsa Galatasaray
(ADIM) : _DOLDUR_
(S.ADIM) : _DOLDUR_
(YAŞIM) : _DOLDUR_
(NERELİ) : _DOLDUR_
(KANKA\'LIK) :
Forsa Left_bar_bleue1 / 1001 / 100Forsa Right_bar_bleue

(SİTE GÜCÜ) :
Forsa Left_bar_bleue1 / 1001 / 100Forsa Right_bar_bleue

Rep Puanım : 100
Kayıt tarihi : 09/09/08

mEkAnN
mEkAnN: 12

Forsa Empty
MesajKonu: Forsa   Forsa Icon_minitimeC.tesi Eyl. 20, 2008 5:49 pm

Akdeniz'in esatir yuvası nihayetsiz ufuklarına bakan küçük tepe, mini
mini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca
gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı
rüzgarlarıyla sarhoş olan martılar, çılgın naralarla havayı
çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan
yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki zeytinlik, ta vadiye kadar
iniyordu.



Bağın ortasındaki viran kulübenin kapısız methalinden bir ihtiyar
çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi
gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin
duran denize baktı, baktı.



-Hayırdır inşallah! dedi.



Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını iki ellerinin arasına
aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan
yoğrulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Tekrar
başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle
baktı. Fakat görünürde bir şey yoktu.



Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok gemilerin pupa
yelken geldiğini gören zavallı, eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı
kırk seneden ziyade geçmişti . Otuz yaşında dinç, levent, kuvvetli bir
kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü.



Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene, iki zincirle
iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi
senenin yazları, kışları, rüzgarları, fırtınaları, güneşleri, onun
granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürürdü, kırıldı. Yirmi
sene içinde birkaç defa, halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat
onun çelikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı.



Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu tarafı sol
ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli, gizli,
işaretle eda ederdi. Elli yaşına gelince korsanlar onu "artık iyi kürek
çekemez!" diye çıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi.
On sene kuru ekmekle onun yanında çalıştı.



Allah'a çok şükrediyordu.



"Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma öyle inanırım" derdi.



En şanlı, en meşhur Türk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken Tarık
Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar, kıyı
görmeden gitmiş, rast geldiği ücra adalardan cizyeler ( vergiler)
almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle bertaraf
etmişti.



O vakitler Türkeli'nde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini
saraya çağırtmış, maceralarını dinlemişti. Çünkü Hızır (as)'ın gittiği
diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan,
adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Hedefleri tamimiyle başka bir
cihandı.



Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, senesi bir
büyük günle iki büyük geceden ibaret olan başka cihandan almıştı.
Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, esir dolu vatana dönerken, kenarsız
denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut Çanakkale'yi geçerken doğmuştu.




Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini
unuttuğu karlardan beyaz karısı acaba hala sağ mıydı? Kırk senedir,
yalnız taht şehrinin, İstanbul'un minareli ufku hayalinden hiç
silinmemişti."



Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye
düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde azat etti.
Bu azat etmek değil, sokağa, açlığa, perişanlığa atmaktı. İhtiyar esir,
bu viran bağın içindeki harap kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir
şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, ihtiyarlığına acıyanların verdiği
ekmek parçalarını toplayıp dönüyordu. On sene daha geçti. Artık hiç
kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu.



Nereye gidecekti? Fakat işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeğe başlamıştı. Kırk senelik bir rüya...



Türklerin Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı.



Evet, mutlaka geleceklerdi. Buna o kadar emindi ki... -Kırk sene görülen bir rüya yalan olmaz! diyordu.



Kulübe duvarın dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir ümit tufanı gibi her tarafı parlatıyordu. Martıların:



- Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmağa geliyorlar ! Gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı.



Duvar taşlarının arasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar,
çuvaldan esvabının içine kaçıyorlar, gür beyaz sakalının üstünde
oynaşıyorlardı.



İhtiyar esir , rüyasında ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini
görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al
bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin aksiyle
parlıyordu.



- Bizimkiler ! Bizimkiler!



diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar.
Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanma gelmişti.
Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı.
Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu.
Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı... Gözlerine inanamadı.



"Acaba rüyam devam mı ediyor?" şüphesine düştü.



Fakat uyanıkken rüya görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı.
Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet işte
hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma,
burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı.



Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Kenara çıkan
bölükler, ellerinde al bayrak. kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı.
Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri
çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan
yürüdü.



Kenara doğru koştu. Koştu. Koştu. Karaya çıkan asker, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu görünce:



- Dur! Diye bağırdılar.



İhtiyar durmadı; bağırdı.



- Ben Türküm, oğullar, ben Türküm! -



... Askerler onun yaklaşmasını beklediler .İhtiyar, Türklerin yanına
yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar
akıyordu. Haline bakanların hepsi müteessir olmuştu. Biraz heyecanı
sükun bulunca ona sordular:



- Kaç yıldır esirsin ?



- Kırk! -Nerelisin ?



- Edremitli.



- Adın ne?



- Kara Memiş.



- Kaptan mıydın?



- Evet...



- İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir çığlık koptu.



- "Beye haber verin ! Beye haber verin !" diye bağrışıyorlardı.



İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir
sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun
menkıbelerini bilmeyen, şöhretini duymayan yoktu. Biraz güvertede
durdu. Sevinçten kırk senedir hasret kaldığı vatandaşlarını görmekten,
şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler.



Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.



- Haydi. Bey'in yanına ! dediler.



Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber büyük geminin kıçına doğru
yürüdü...Kara palabıyıklı, sırmalı esvabının üzerine demir, çelik
zırhlar giymiş, iri bir adamın karşısına durdu.



- Sen kaptan Kara Memiş misin?



- Evet, dedi



- Hızır Aleyhisselamın geçtiği yerlerden geçen sen misin?



- Benim.



- Doğru mu söylüyorsun?



- Ne yalan söyleyeceğim?



- Aç bakayım sağ kolunu !



İhtiyar, kaftanının altından kolunu çıkardı. Sıvadı Bey'e uzattı.
Pazusunda haç şeklinde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı
aya süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey ellerine sarıldı.
Öpmeye başladı.



- Ben senin oğlunum ! dedi.



- Turgut musun?



- Evet.



İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu ona:



- Ben karaya cenk için çıkıyordum. Sen gemide rahat kal, dedi. Eski kahraman kabul etmedi:



- Hayır. Bende beraber cenge çıkacağım.



- Çok ihtiyarsın baba .



- Fakat kalbim kuvvetlidir.



- Rahat et! Bizi seyret!



- Kırk senedir dövüşe hasretim. Oğlu:



- Vurulursun! Vatana hasret gidersin! diye onu gemide bırakmak istedi.
Kara Memiş, o vakit birdenbire gençleşmiş bir kaplan gibi doğruldu.
Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan
sancağı göstererek:



- Şehit olursam bunu üzerime örtün!



- Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? Dedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Forsa
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
***{MeKaN}*** :: Eğlence :: Rüya Tabirleri-
Buraya geçin: