Duâ, vesile-i rahmettir. İnsanı maddi ve mânevi sıkıntılardan kurtarır.
Yunus’ (A.S)’u balığın karnından en sıkışık ve sıkıntılı olduğu bir
durumdan kurtarmaya vesile olan duâsını ruhumuzun sıkıldığı, içinden
çıkamadığımız sıkıntılara düştüğümüz anlarda biz de tekrar edelim ve
Allah’ın kudret ve rahmetini celb edelim: “Lâ ilâhe illa ente sübhaneke
inni küntü minez’zalimin…”
Bilindiği gibi Hz. Eyyub (as) sabır ve metaneti ile dillere destan
olmuştu. Bir rivayete göre o meşhur hastalığını on sekiz sene çekmişti.
Hiçbir zaman isyan etmeyen Hz. Eyyub (AS)’e hanımı bir gün şöyle sorar:
“ Bu hastalığın bitmesi, çektiğin dertlerin gitmesi için Cenab-ı Hakk’a duâ etsen olmaz mı?.. der.
“ Benim bolluk ve refah içinde yaşadığım müddet 80 yıldır. Çekmiş
olduğum darlık ve sıkıntılı zaman ise daha bu süreye ulaşmamıştır. Bu
durumda ben Allah’tan utanırım. Ona (c.c) bu halin üzerimden gitmesi
için nasıl duâ ederim ki?
Bütün Peygamber ve nebilerin tek silahı olan duâ, günümüz insanı için
de aynı görevi görmektedir. Ve kıyamete kadar da görecektir. Peygamber
Efendimiz (SAV) buyurmaktadır ki: “Duâ Mü’min’in silahıdır...”Yine
sevgili Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmaktadır: “İki duâ reddolunmaz,
yahut nadir olarak reddolunur: (Biri) Ezan okunurken yapılan duâ,
diğeri de savaş şiddetlendiği zaman harp esnasında süngü süngüye
yapılan duâdır.”
Duâ’nın amaçlarını ve hedeflerini şöyle sıralamak da mümkün:
Duâ, mü’min’in silahıdır.
Duâ, ibadetin aslı ve özüdür.
Duâ, ömrün bereketini artırır.
Duâ, dinin temel ilkelerindendir.
Duâ, Allah katında duâdan makbul bir şey yoktur.
Duâ, kısaca... istemektir... İstemesini de bilmektir.
Duâ ve zikirlerin ana kaynağına bakıldığı zaman, sevgili Peygamberimiz
vardır. Ana kaynak Hadis-i Şerifler olup günümüze kadar gelebilmiş ve
kıyamete kadar da gidecektir. Bir söz vardır: “Yer gök duâ üzerine
durmaktadır” evet, bunu gören göz, duyan kulak, anlayan kalp, zikreden
dil daha iyi görmektedir.
Akıl derki; geriye iyi bakmak gerekir. Hani dünya malı için koşan, şan
şöhret sahibi kişiler nerede? Herkesin gideceği yer belli değil mi?
Madem belli! O halde neden bu dünyalık için telaş? “Muhannete muhtaç mı
olalım?” diye bir deyim akla hakim olabilir. Kimsenin muhannete muhtaç
olması söz konusu değil. Asıl insan Yaradanına muhtaçtır. Gayrisi
palavradır. “Yattığımız yerde rızk ayağa gelmiyor ki?”denilebilir;
elbette gelmeyecek. Hem size kim diyor ki yan gelip yattın?. İnsana
düşen şudur ki; çalışacak, tevekkül edecek, hamd edecek, şükredecek,
yarın azığım yetmez telaşına düşmeyecek “ çünkü yarına çıkmaya kimsenin
senedi yoktur” haram yemeyecek, başkasının rızkına-namusuna göz
dikmeyecek, hayat çizgisini yaratanın istediği doğrultuda çizerse,
hiçbir zaman dünya korkusu olmaz. İnsan kendisini yaratana teslim olup,
O’na sığındığı zaman korkmasına gerek yoktur. Ki, bu dünyaya imtihan
için geldik, eğlenmeye, mal-mülk yığmaya değil!
. Varlıkta bir imtihan şekli, yokluk da bir imtihan şeklidir. Sağlık da
bir imtihan şekli, hastalıkta. Bunu böyle bilip, buna göre yaşamak
zorundadır insan.
Kâinatı yaratan Allah’û Zü’l-Celal hiçbir şeye muhtaç değildir. Muhtaç
olan sadece ve sadece insandır. İnsan harici iki mahlukatın birbirine
zarar vermesine insanın hayıflanması bile gerekmez, asıl onda hikmet
araması gerekir. Çünkü akıl sadece insana verilmiştir. Diğer canlıların
yaptıkları sadece insana ibret vermesi içindir. Madem ki yüce Allah’a
inanıyoruz, haşa, kuşku duymak neden? Başka canlılar arasındaki yok
oluşa sadece ibret ve hikmet aşkı için bakmalıyız. Kainatta bir zerre
dahi, Rabbim’den habersiz hareket imkanı bulamazken, cüzi akıl ve
olanak ile insan buna engel olma imkanı asla bulamaz ve verilmemiştir
de. İnsanoğlu biraz nankörleşerek “ bunun sebebi de daha fazla kazanmak
hırsıdır” kainatın, yaşadığı ortamın düzenini bozabilir. Bu da yine
kendisine ve başka canlılara zarar verecektir. Başka canlıların helakı
ise, kendi sonunu hazırlayacaktır.
İnsan, hayatta bir imtihan için vardır. İşte bu nedenle başına gelen
bir musibet karşısında hiddetlenmeyip, en büyük silahı olan duaya
sarılarak, kendisinin ve kâinatın sahibi olan Allah’a duâ etmek,
yalvarmak olmalıdır. Bir başka canlıdan medet ummak yerine, kendisini
yaratandan istemek zorundadır. Bu da halis ibadet ve halisane duâ ile
olur. Gayrisi nafiledir.
Duâ, yapacağınız zaman, abdestli olmaya dikkat etmeli, birileri görsün
diye değil, sadece durumunuzu Allah’a havale etmelisiniz. İnsanlar
görür diye ameli bırakmak riyadır ve insanlar görsün diye amel etmek
ise şirktir. Öyle ise bunlardan uzak durarak, yalnız siz ve Allah
olmalı duâ esnasında. Duâ ederken bir aracı koymaya da gerek yoktur.
Eğer bir aracı konulmak istenmişse, Allah’ın sevgililer mertebesindeki
kullar hürmetine demek, duâyı daha da güzelleştirir. Bunu söylemekte
bir beis yoktur.. Duâ içten ve samimi olmalıdır. Riya ve şirk asla
bulaşmamalıdır. Duanız sizin virdiğiniz, zikriniz kabul oluncaya kadar
devam edin. Ta ki, kanınızın her damlası bunu kabul etmiş olsun. Siz
dille söylemezken, vücut diliniz zikretsin. Yolda yürürken , bir iş
yaparken hatta uyurken bile vücut diliniz devam edebilsin. Bu o kadar
zor bir şey değil. İnanarak, samimi bir şekilde yapılan duâ, siz
isteseniz de istemeseniz de vücudunuzdaki tüylerin ayaklanmasına vesile
olacaktır!
İşte duanın doruk noktası da burasıdır. Bu noktaya erişebildiğiniz
zaman, ağzınızdan hep hayırlı söz çıkar, çevrenizde hayranlık
uyandırırsınız.
Ben şahsen dûanın çok ama çok yardımı olduğunu hayatımın her zerresinde
gördüm, yaşadım. Her dem Allah’tan istedim. Kuldan ne istedimse hep
geri vermek zorunda kaldım. Ama Rabbim’den aldıklarımın karşılığı
sadece O’na şükretmek, zikretmek ve hamd etmekti.